
KANATILMIŞ KADINLAR
Gece kentin üzerine kâbus gibi çökerken hiçliğini kabullenmeyen kadınların sesiz çığlığı yırtar karanlığın perdesini.
Bir kadın nasıl kanar?
Yaşamı boyunca bir erkeğe tutunmaya, bir erkeğin üzerinden kendini var etmeye koşullandırmışsa kadın, kanaması hiç durmaz.
Babayla başlar bu tutunma.
Erkek kardeşle sürer.
Bir önceki süreç tamamlanmadan sevgili/koca girer devreye.
Erkek olmadan kendi ayakları üzerinde duramayacağı, durmaya çalışsa da er geç düşeceği, tutunabileceği bir erkek olmazsa kendini eksik hissedeceği empoze edilmiştir ona.
Böylesi güdümlü bir yaşamın içinde,- kabuk bağlanmayan yaralar oluşmuştur yüreğinde. Sessizce kanayıp durmuştur yüzyıllar boyu…
Öncelikle bunun yeni bir söylem olmadığını vurgulamak istiyorum.
Anaerkil toplumdaki ataerkil topluma geçiş sürecinde, kadının egemenliği altında olan her şey erkeğe devredilmiştir. İktidarla birlikte söz hakkı da alınmıştır elinden. Erkeğin fiziksel gücü karşısında düşündüklerini ifade etmek yerine sessizliğe bürünüp, kendisine yakıştırılan “hiç”liği kabullenmiş (gibi) görünüp.
HİÇ?
Koskoca bir boşluk!
Boşluğun bile kendi içinde bir değeri olduğu düşünülürse, kadının o boşluk kadar değerinin olmadığı vurgulanmak istenir “hiç” sözcüğüyle…
Kadının çalışıyor olup-olmaması hiçbir şeyi değiştirmez:
O evinin kadınıdır.
Erkekte evin reisi…
Yemek, çamaşır, bulaşık, ütü, ev toplama, çocukların dersine yardım etme, çarşı-Pazar alışverişi, kocaya karşı “kadınlık görevi”…
Bunlar yapılması zorunlu işler. Sonuçta hepsi koskoca bir HİÇ!
Öyle ya, ev kadınlarının yaptığı işler emekten sayılmıyor.
Ne sosyal bir güvenceleri var nede aylık bir gelirleri.
Koca ne verirse onunla yetinmek/yettirmek zorunda.
Bu alanda dünyanın en iyi ekonomistleridir ev kadınları.
Dar bir bütçeyle öyle bir çekip çevirirler ki” ülkem” dedikleri evi; ülkeyi yönetenler süt dökmüş kedi gibi sırıtırlar yanında. Yineden bir “hiç”tir.
Evin reisinin gözünde…
Evin dışında da durum pek farklı değil: Çalışan bir kadındır o.
Okulda, fabrikada, bankada, lokantada(iş dünyasının tüm alanlarında) onun emeği, alın teri var.
Okumuş ya da okumamış olması-akademik kariyerde yapmış olsa hiçbir şeyi değiştirmiyor:
Kadındır o.
Kadın olduğunu da asla unutmayacaktır. İşten çıkıp evinin kapısını açtığı andan itibaren “hiç”liğini kabullenmeli.
“Çalışan koca” hizmet bekler…
Kadına hiçliği yafta gibi yapıştırmanın tek nedeni başkaldırısını engellemek içindir.
Hep bilinen söylemler sıralanır ard arda: O bir kadın; bir başına ne yapabilir ki? Mutlaka onu tetikleyen biri /birileri olmalı. Hem o bir “eksik etek” namusunu korumak gerekir…
Eksik etek ne demek?
Namus ne demek?
Her gün milyonlarca kadın taciz ve tecavüze maruz kalıyor.
Ona bunu reva görenlerinde anneleri, kız kardeşleri, kızları, eşleri (karıları demek daha doğru) olduğunu unutuyorlar mı? Başkasının namusuna göz koyan kendi namusunu da gözden çıkarmış olmuyor mu?
Töre, gelenek, görenek kavramlarını “yasa” olarak kabul eden beyinler,”namus kisvesi”ne bürünüp cinayet işleyebiliyorlarsa, eksikliği kendilerinde aramaları gerekir.
Etekte değil…
Kadınları bu kavramlara tutsak edenler, kendi kabuğunda çürümeye terk edenler;
Sevgiye, aşka ve yaşamaya eksik bırakanlar;
kadının üzerinden kendi eksikliklerini kapatmaya çalışmışlardır.
Fiziksel ve sözsel şiddet uygulayarak sindirmeye çalışmaları bunu göstergesidir. Psikolojik travmalar geçirmesine neden oldukları yetmezmiş gibi, içten içe kanamasına seyirci kalmışlardır.
İlgiye, sevgiye, aşka olan eksikliğini bir yara olarak taşımaktan başka bir seçenek bırakılmamıştır kadına.
Bir erkeğe tutunarak, onun onayı alınarak yaşamını sürdürmesi kaçınılmaz kılınmıştır…
Peki, bu kalıplaşmış değerleri değiştirip dönüştürmek çok mu zor?
Hiç’liğe başkaldıran kadınların o sessiz çığlıklarını duyma zamanı gelmedi mi?
Erkeksiz bir dünya düşlemiyor kadın. Omuz omuza yürünecek bir yolda, sevgi ve saygıyla ilerlemek istiyor. Yaşamını ilgilendiren konularda söz hakkı istiyor.
Ortak alınması gereken kararlarda düşüncesi sorulsun istiyor.
Duygularını bastırmadan haykırmak istiyor.
Bu hayatın içinde bende varım.
Birey olarak varlığımı sürdürebilmem için insanca yaşamak hakkı istiyorum.
Çok şey mi istiyor kadın?
Erkek egemen düşünce,
Erkek egemen düşünce, düş gibi görünen bu istekler can bulmaya başlar. İşte o zaman kadın-erkek ayırımı olmaksızın, yaşanılır bir dünya kurarız kendimize.
Çünkü kadınını elinin değdiği her yer çiçek bahçesine döner…
Aysel Yenidoğanay Gökçelik
Zamana bir isyan da benden!
Neden tanımlayamaz ki onu insan? Benzetmeleriyle de olsa bir kalıba neden sığdıramaz ki?
İnsanoğlu kendi geçmişine bile neden dokunamaz ki?
Zamanın nedenlere boğduğu insan sonra keşkelerle doğup.
Hayallerle, rüyalarla süsler yarına mektubunu.
Tanımlanmaz, kalıplara sığmaz zamandır oysa kâinata kalıbını veren, insana kendini tanıtan.
İnsan… Zaman… Hayat ve Aşk…
Bir türlü sonu gelmeyen, getirilemeyen bir liste her yeni bilinçte yeniden ele alınır. Farklıca dinlerde, kültürlerde, nefislerde ve bilhassa zamanlarda farklıca tanımlara, kalıplara dökülürler.
Bir de ölüm var tabi.
Varlığı zaman kadar bariz, tanımı da bir o kadar zor bir kavram, kavranabilirse tabi. Sahip olunanların, tanımlananların ötesinde bir varlık.
Buna yokluk demek de mümkün tabi.
Toprağın insan kalıbına, sonra da ölümle eski haline sokuluşu da hep zamanın başının altından çıkar.
Dün ve Yarın...
Tüm yapabildiğimiz işte, bu iki satırın arasına olabildiğince çok tanım sığdırmak.
Dün... Seni seviyorum... Anne... Ölüm... Allah ve Yarın...
Oysaki yarından sonrası yok!
Sonrası yok yarının.
Bir sonranın içindeyiz zaten.
Ardımızda o kadar çok keşkeler var ki; şimdi elimizde nedenlerden, niçinlerden başkası yok.
İnanç, umut ve sevgi insan hayatının kara kutularıdır.
En azından farklıca tanımlayabildiğimiz durumlardandır.
İki cihanda kalbim yalnız senin olacak!
Ölümden sonrası da bir umuttur işte. Dünü inanç, yarını sevgi olan bir umut!
Yazan:Gül CEYHAN
YAŞAM O KADAR CÖMERT DEĞİL Tüm gece boyuncu oturup düşündüm...
Biz, binde bir karşımıza çıkan dostluk, arkadaşlık fırsatlarını ne yapıyoruz diye? Akşamüstünün bir saatinde yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl, mırıl konuşabileceğimiz, Omzumuza dolanan bir kolun, Başımızı yaslayabileceğimiz bir omuzun, Belimizi kavrayan bir elin, Uzun yollara,acılara,ayrılıklara Dayanıklı aşkların sahibi karşımıza çıktığında tanıyabiliyor muyuz onu, değerini biliyor,benzersizliğini anlayabiliyor muyuz?
Karşımıza zamansız çıkmış insanları yolumuzun dışına sürerken...
Bir gün geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz?
Hayat her zaman cömert davranmaz insana, tersine çoğu kez zalim ve acımasızdır...
Her zaman ayni fırsatları sunmaz, toyluk zamanlarını ödetir acımadan insana...
Hoyratça kullandığımız arkadaşlıklarımızı, Eskitmeden yıprattığımız dostluklarımızı, Savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla yapayalnız kalırız bir gün...
Bir akşamüstü yanımızda kimse olmaz, Ya da olanlar olması gerekenler değildir aslında... Yıldızların bizim için parladığını göremeyen gözlerimiz, Gün gelir hayatımızdan kayan yildizlarin gömüldüğü geçmişe kilitlenir... Aslında kedilerin özel bir anini yakalamak gibidir...
Kendi hayatımızdaki olağanüstü anları yakalamak...
Ve olağanüstü insansanları tanımak...
Bazılarının gelecekte sandıkları “bir gün” geçmişte kalmıştır...
“Nasıl olsa ileride bir gün tekrar karşıma çıkar” Dediğimiz kişi tam da o gün bu zalim şehri terk etmiştir...
Bos yere sokaklarda aranıp dururuz umarsızca… Oysaki görmekte kör olduğumuz yanı başımızdaki çoktan gitmiştir...
Biz farkında olmadan...
Giderken de kendisiyle birlikte diğer yarımızı da götürmüştür...
Gözlerimizi kapatıp göremediğimiz öteki yanımızı…
Şimdi anlamsızca acıdan debelenip boş yere aramaktayız kayıpyanlarımızı...
Bilmeyiz ki giden çoktan gitmiştir...
Dönüşü yoktur gerİ...
Birlikte olduğumuz, sevdiğimiz, tanıdığımız insanların, dostlarımızın, arkadaşlarımızın değerini ne kadar biliyoruz, ne kadar farkındayız, hiç düşündünüz mü?
Ben çok düşündüm…
Bendeki cevap ise...
İnsanoğlundaki bitmek tükenmekbilmeyen “BEN” olgusu...
Hiç bitmeyecekmiş gibi hoyratça amansızca var olan dostluğumuzu, arkadaşlığımızı, yarenliğimizi hiç ödün vermeksizin limitimiz dolana ve kaybedene kadar tükettikçe tüketiriz...
Bir gün uyandığımızda yanı başımızda olmadığını görene kadar…
Yazan:GÜL CEYHAN